Sözler

İmam Gazali Eyyühel Veled Ey Oğul Nasihatleri

İmam Gazali Hz'den Ey Oğul (Eyyühel Veled) adlı eserinden nasihatler. Hüccet-ül-İslam Eyyuhel Veled Gazali'den Öğütler (Ey Oğul)

İmam Gazali Eyyühel Veled Ey Oğul Nasihatleri (Eyyühel Veled) adlı eserinden nasihatler ve sözler. Hüccet-ül-İslam Eyyuhel Veled Gazali’den Öğütler

İmam Gazali Eyyühel Veled (Ey Oğul) kitabı, Arapça olup, birçok kütüphanede, meselâ Bâyezidde Belediye kütüphanesinde mevcuttur. Türkçe tercümesi de, Nuri Osmâniyye Kütübhânesinde vardır.

Gazali’nin Ey Oğul ismi ile meşhur olan ilmihal kitabı ilk olarak Süleymân bin Cezâ’ hazretleri tarafından Hicri 960 (M. 1552) senesinde Türkçe olarak te’lîf edilmiştir.

Eyyühel Veled ne demek ve anlamı olarak merak edenler için Türkçe karşılığı oğluna, yani ondan sonraki gelen nesile seslenişi anlamında Ey Oğul ifadesi manasına gelmektedir.

HÜCCET-ÜL İSLÂM İMÂM-I GAZÂLÎ

İmam Gazali Eyyühel Veled (Ey Oğul) KİTABININ TERCÜMESİ

Ey Oğul Nasihatleri (Eyyühel Veled)

Hüccet-ül-islâm İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretlerinin İhyâ-ül-Ulûm kitabından ve diğer mûteber kitaplarından istifâde edilerek hazırlanan bir kitaptır.

Herhangi bir kimse, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûrette hamd eder, onu medhederse, bu hamdlerin hepsi, Allahü teâlâya mahsûstur. Çünkü, herşeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Odur. Kuvvet, kudret sahibi yalnız Odur.

Büyük İmâm, insanlığın büyük önderi, müslümanların haklı ve doğru olduklarını gösteren senetleri, Muhammed Gazâlî (Allahü teâlâ ona bol bol rahmet eylesin) hazretleri hicretin 450.  yılında Tus şehrinde tevellüd ve 505 [m. 1111] de orada vefât etti.

Kendisine senelerce hizmet edip tâm ilim öğrenen talebesinden birisi, kendi kendine düşünüp; senelerce zahmet çekip çok şey öğrendim.

Bu kadar çok ilimden bana en lüzûmlu ve faydalısı acaba hangisidir? Âhirette imdâdıma yetişecek, mezarda dünya dostlarım beni yalnız bırakıp gittikleri zaman, bana arkadaş olacak, mezardan kalkınca, ananın evladından, kardeşin kardeşinden, dünyadaki dostların birbirlerinden kaçıp, herkes başının çâresini aradığı vakit beni kurtaracak olan acaba hangisidir? Dünyada, âhirette faydası olmıyan acaba hangileridir? Bilsem de bunlardan uzaklaşsam.

Çünkü, Peygamberimiz “Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan korkmıyan kalbden ve dünyaya doymıyan nefsten ve Allah için ağlamayan gözden ve kabûle lâyık olmıyan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun” buyurmuştur, diye uzun zaman düşündükten sonra, anlamak için hocası olan Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlîye (Allahü teâlâ, onun kabrini nûr ile doldursun) mektûb yazdı ve bununla berâber birkaç zaman hayrlı duâ etmesini yalvardı ve bu suâlin cevabı, her ne kadar İhyâ-ül-ulûm, Kimyâ-yı saadet, Tefsîrler, Hadis-i Erba’in ve Minhâc gibi kitaplarınızda yazılı ise de, bana kısa, açık ve faydalı cevap veriniz de, her sabah okuyup, ona göre hareket edeyim, dedi.

Hüccet-ül-islâm İmâm-ı Gazâlî (R.a), şu cevabı yazıp gönderdi:

İmam Gazali Eyyühel Veled

Ey oğul …

inşallah faydalı olur

Ey aziz ve Sevgili Oğlum!

Allahü teâlâ, sana uzun uzun ömürler verip, ömrünü ibâdet ile ve Onun gösterdiği yolda gitmek ile geçirmek nasîb eylesin! Bütün nasîhatlar Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemden alınmışdır. Ondan gelmiyen nasîhatlar fâide vermez. Dünyâya yayılmış olan bu nasîhatlardan, birisini bile almadın ise, senelerce yanımda niçin kaldın ve niçin okudun?

Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” dünyâya yayılan nasîhatlarından biri şudur:

(Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazâb ve azâb edeceğine alâmet, dünyâya ve âhırete fâidesi olmıyan şeylerle meşgûl olması, zemânlarını lüzûmsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir sâati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişmân olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçdiği hâlde onun hayrlı işleri, ya’nî sevâbları, kötü işlerinden, ya’nî günâhlarından ziyâde olmadı ise, Cehenneme hâzırlansın).

Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsını iyi anlayanlara, bu nasîhat yetişir. (İlim Sahibine Bu nasihat Yeter)

Nasîhat vermek kolaydır. Nasîhat kabûl etmek güçtür.

Çünki, nefslerine uyanlara, dünyâ zevklerinin peşinde koşanlara, nasîhat acı gelir, harâmlar ise tatlı gelir.

Bunun için, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, meâlen “Kâfirlerle harbediniz! Harb, size, acı ve sıkıntılı gelir. Size zor gelen şeyler, ya’nî Allahü teâlânın emrleri, sizin için hayrlıdır, iyidir. Size iyi gelen, sevdiğiniz şeyler, ya’nî harâmlar, size zararlıdır, fenâdır. Hayrlı olanları Allahü teâlâ biliyor, siz bilmiyorsunuz” buyurdu.

Hele senin gibi, ilm ismi verilen ve ilim şekline sokulan, lüzûmsuz şeyleri öğrenenlere ve ilmi, dünyâda ve âhıretde kendine ve insanlara fâideli olmak için değil, herkese büyüklük satmak için ve yalnız dünyâlık kazanmak için okuyup, âhıretlerini düşünmiyenlere nasîhat te’sîr etmez.

Amelsiz ilim, insanı kurtarır zannediyorsun ve ilim sâhibi olunca, amel etmeden kurtuluruz sanıyorsun. Bu hâlinize çok şaşılır.

Çünkü ilmi olan kimsenin, amelsiz kuru ilmin kıyâmetde kendine zarar vereceğini, bilmiyordum, diye özür ve behâne yapamıyacağını bilmesi lâzımdır.

Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” şu hadîs-i şerîfini de işitmediniz mi?

Buyuruyor ki, “Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, elbette, ilminin fâidesini görmiyen âlime olacakdır”.

Büyüklerden biri “rahmetullahi aleyh”, Cüneyd-i Bağdâdîyi(K.s)”, rü’yâda görüp ne hâlde olduğunu sorunca, Cüneyd buyurdu ki, o kadar sözlerim, keşf ve işâretlerim, ya’nî zâhirî ve bâtınî bilgilerim hep harâb oldu, tükendi; yalnız bir gece kıldığım iki rek’at nemâz imdâdıma yetişdi.

Ameli, ibâdeti elden bırakma!

Kalbe âid hâlleri ve bilgileri unutma! Ya’nî hareketlerin ilme, hâllerin de, tesavvufa uygun olsun!

İyi bil ki, amelsiz iilm, insanı kurtaramaz. Bunu sana bir misâl ile anlatayım:

Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilm sâhibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin fâidesi olmaz.

Diğer bir misâl, bir tabîb hastalansa, hastalığını teşhis edip ilâcını da bilse ve bu ilâc hakîkaten o hastalığa çok iyi gelse, ilâcı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu iyi edemeyeceğini pekâlâ bilirsin. Şâ’irin dediği gibi: (Farisi Beyit)

Binlerce litre ilâc yapsan, Fâidesi olmaz içmedikçe.

Bir insan ne kadar ilm edinse, ne kadar kitâb okusa, bildiklerini yapmadıkça fâidesi olmaz.

Allahü teâlânın emr etdiği, beğendiği iyi şeyleri yaparak onun merhametini kazanmaz isen, rahmetine kavuşamazsın.

Necm Süresi 39. Ayetinde – Kehf Süresi 110.  Tövbe 95 kehfd  107 – 108  Meryem 59- 60

Bir âyet-i kerîmede (Necm Süresi 39. Ayet) meâlen, İnsan yalnız çalışmakla ve ibâdet yapmakla se’âdete kavuşur buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, sonra başka âyet ile değişdirildi, diyen olursa; böyle söyliyen değişsin, yıkılsın. Eğer bu âyet değişdirildi dersen, diğer âyetlere ne diyeceksin?

Bir âyet-i kerîmede (Kehf Süresi 110. Ayet) meâlen “Allahın rahmetine kavuşmak istiyenler, salih amel işlesin” buyuruldu.

Bir âyet-i kerîmede (Tövbe 95. Ayet) meâlen, Dünyâda yapılanların karşılıklarını göreceklerdir”

Kehf Suresi 107 – 108. Ayetler

ve bir âyet-i kerîmede (Kehf  107 – 108. Ayetler) meâlen, “Îmân edip, ibâdet yapanlar ve harâmlardan kaçanlar, elbette Cennetlere girecek, ni’metlere kavuşacaklardır”

ve bir âyet-i kerîmede (Meryem 59- 60. Ayetler) meâlen, “Cennet yalnız îmân edip, ibâdet edenler içindir) ve bir âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâya ve Onun Peygamberlerine itâ’at edenler, âhıretde Peygamberlere ve sıddîklara ve şehîdlere ve sâlihlere verilen ni’metlere ortak olacaklardır” buyuruldu.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hadîs-i şerîfde,

İslam beş şey üzerine kurulmuştur:

Birincisi, Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna inanmak,

ikincisi her gün beş vakit namâz kılmak,

üçüncüsü, senede bir kerre malının kırkda birini müslimân olan fakîrlere zekât vermek,

dördüncüsü, Ramezân-ı şerîf ayında her gün oruc tutmak,

beşincisi, Mekke-i mükerremeye giderek, ömründe bir kerre hac etmek)

ve bir hadîs-i şerîfde,

“Îmân, altı şeye kalb ile inanmak ve inandığını dili ile söylemek ve Allahü teâlânın emrlerini beğenmekdir” buyurdu.

İnanmakla ve söylemekle îmân hâsıl oluyor, ibâdet etmekle kemâle gelip cilâlanıyor.

Ehl-i sünnetin reîsi, dîn-i islâmın en büyük âlimi imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) [80-150 Bağdâdda] vasıyyetnâmesinde buyuruyor ki:

“Îmân, dil ile söylemek ve kalb ile inanmakdır”.

Amelin lâzım olduğunu gösteren dahâ sayabildiğin kadar vesîkalar vardır. Fakat ne yapayım ki sen uykudasın!

Eğer bu sözümden, (Şu hâlde insanlar amelleri için Cennete girecek, Allahü teâlânın rahmetiyle, ihsâniyle girmeyecekmiş) dersen, sözlerimi anlamamış olursun. Demek istiyorum ki, insan Allahın lutfü, ihsânı ile Cennete girecekdir. Fekat itâ’at ve ibâdet yaparak rahmete kavuşmaya hâzırlanmaz ve lâyık olmazsa Allahın lutfü ve rahmeti ona gelmez. Nitekim bir âyet-i kerîmede meâlen, (Rahmetim, muhsinler için, ya’nî emrlerimi kabûl edip yapanlar içindir) buyuruldu. Allahü teâlânın rahmeti yetişmezse, kimse Cennete giremez. Cennete yalnız îmân ile girilecekdir, denilirse, evet öyledir, lâkin birçok tehlükeleri atlatdıkdan sonra girilecekdir.

Îmân ile gitmiyen, Cennete girmiyecekdir. Cennete girmek için âhırete îmân ile gitmek ve diğer tehlükeleri de atlatmak lâzımdır. Fekat bu zamân da Cennetin en aşağı derecesine kavuşabilir.

İyi bil ki, çalışmayınca, din yolunda yürümedikçe sevâb kazanamazsın!

Benî İsrâîlden birisi çok seneler ibâdet etmişdi. Allahü teâlâ, bunun ibâdetlerini meleklere göstermek istedi. Yanına bir melek gönderip şöyle sordurdu: Dahâ ne kadar ibâdet edeceksin? Cennetlik olmadın mı?

Cevâbında dedi ki: Benim vazîfem, kulluk yapmakdır. Emr sâhibi Odur.

Melek bu cevâbı işitince: “Yâ Rabbî! Sen her şeyi bilirsin. O kulunun cevâbını da duydun” dedi.

Bir hadîs-i kudsîde meâlen, “O kulum, alçaklığı ile, aşağılığı ile berâber bizden yüzünü çevirmiyor, biz de ihsân ve merhamet sâhibi olduğumuzdan, elbette onu bırakmayız. Ey meleklerim! Şâhid olunuz, onu affetdim” buyuruldu.

Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm” bak ne buyuruyor:

“Âhıretde hesâba çekilmeden önce, dünyâda iken hesâbınızı görünüz ve tartılmadan önce, kendinizi tartınız!”

Alî Murtezâ “radıyallahü anh” buyurdu ki:

Uğraşmadan, çalışmadan Cennete kavuşacağını zanneden kimse, hayâle kapılıyor. Çalışarak kavuşacağım diyenin de kendini yorması, ibâdet meşakkatlerini yüklenmesi lâzımdır.

Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” talebesinden Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh” diyor ki:

İbâdet etmeden Allahü teâlâdan Cennet istemek, büyük günâhdır. Büyüklerden biri buyuruyor ki, (İlmi fâideli olan kimse, ibâdeti bırakmaz, ibâdetin sevâbını düşünmeği bırakır). Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Akl sâhibi, nefsini ezip, âhıretde lâzım olan şeyler için çalışır. Ahmak, abdal olan da nefsinin arzûları peşinde koşup, Cennete götürmesi için de, Allaha düâ eder).

İlim öğrenmek ve kitâb okumak için çok gecelerini fedâ ettin ve çok tatlı uykularını kendine harâm eyledin. Bilmem ki, niçin kendini bu kadar harâb etdin? İlm öğrenmekden maksadın eğer dünyâ menfe’atlerini toplamak, şöhret, mevki’ sâhibi olmak ve müslimânlara büyüklük göstermek idi ise, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azâba sürüklemişsin! Yok eğer maksadın islâmiyyete ve Muhammed aleyhisselâmın dînine yardım etmek ve ahlâkını temizlemek ve nefsini kırmak idi ise, sana müjdeler olsun! Kendine ne güzel ve ebedî istikbâl hâzırlamışsın. İstikbâl, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmakdır.

Ey Oğul..

Keyfine göre yaşa! Fakat bu yaşaman uzun sürmiyecek, ama bil ki muhakkak öleceksin. Gece gündüz düşündüğün, sımsıkı sarıldığın lezzetlerden elbette ayrılacaksın. Dünyânın nesini seversen sev, hepsine vedâ’ edeceksin! Elinden geleni yap! Fekat unutma ki, her yaptığının hesâbını vereceksin!

Îmân edilecek şeyleri akla uydurmağa, beğendirmeğe uğraşmak, dinsizlerle, câhillerle, münâkaşa edip, onların bozuk düşünceleri ile uğraşmak ve Kur’ân-ı kerîmi öğrenmeden ve nemâzı, abdesti, orucu, farzları, harâmları okumadan, bilmeden para kazanmağa kalkışmak, herkesden fazla zengin olmak için doktorluk, mühendislik, edebiyyât, hukuk ilmleriyle uğraşmak, ömrü boş yere harcamak olur.

Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Îsâ aleyhisselâmın İncîlinde okudum; bir kimseyi tabuta koydukdan mezâra bırakıncaya kadar; Allahü teâlâ ona kırk süâl soracakdır. Birincisi, (Ey kulum! Yaşadığın kadar hep dünyâ için süslendin, herkesin beğenmesi, hurmet etmesi için birçok şeyler öğrendin. Benim emretdiğim şeyleri de öğrendin mi, istediklerimi yapıp, harâm etdiklerimden kaçındın mı?)

Allahü teâlâ sana her gün soruyor: (Başkaları için neye bu kadar uğraşıyorsun? Görmüyor musun ki, tepeden tırnağa kadar benim iyiliklerim ile, ihsânlarım ile örtülüsün?) Fekat sen bunu duymuyorsun. Çocuk oyuna dalıp etrafını görmediği gibi, dünyâ zevkleri, nefsin arzûları seni sağır ve kör eylemiş!

İlm öğrenip de, bunu kullanmamak delilikdir. İlmsiz amel de yanlış olur, kabûl edilmez. Mısra’:

İlim edin ve ibâdetde kusûr etme!

Ateşde sonsuz yanmakdan bu ikisi kurtarır.

Bugün seni günâhdan korumıyan ve ibâdete sevketmiyen ilm, yarın Cehennem ateşinden de korumaz.

İbâdet ederek geçmiş günâhlarını afv etdiremezsen, kıyâmetde elin ve dilin âciz kaldığı zemân, (Yâ Rabbî, bizi geri dünyâya gönder, bütün ömrümüzü ibâdetle geçireceğiz) diyenlerden olursun. Fekat (Ey ahmak! Oradan geldin ya!) cevâbını alıp kalırsın!

Cân-ü gönülden çalışmak, Allahü teâlânın düşmanı olan nefse şiddetle karşı koyup, onu ezmek lâzımdır ve her an kendini mezârda bilip, ona göre hâzırlanmalıdır. Senden evvel gidenler, hep sana, onlara ne zemân ve ne hâlde kavuşacağına bakıyorlar. Aklını başına topla da, oraya sermâyesiz gitme! Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” buyurdu ki: İnsanın vücûdu, yâ kuş kafesine benzer ki, açılınca kuş uçup kurtulur veyâ hayvanın ahırına benzer ki, açılınca hayvan yük çekmeğe, zahmete sokulur.

Düşün! Bakalım sen bunlardan hangisisin? Kuş kafesi isen, (Rabbine kavuş) sesini işitince uçup yükselirsin. Nitekim hadîs-i şerîfde, (Sa’d bin Muâzın “radıyallahü anh” ölümü sebebiyle arş titredi) buyuruldu. Eğer Allah korusun, ahıra benziyorsan, ya’nî Allahü teâlânın, (Başlarına gelecekleri düşünmediklerinden, hayvanlara benzerler, hattâ dahâ aşağıdırlar) buyurduğu kimselerden isen, hiç şübhe etme ki, hâneden hâviyeye, ya’nî doğru Cehenneme gidersin. Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh” hazretleri, birgün eline bir bardak soğuk şerbet almışdı. Birdenbire bayılarak bardak elinden düşdü. Kendisine gelince, sebebini sordular. Cehennemde yananların, Cennetdeki arkadaşlarına seslenerek: (İçdiğiniz Cennet sularından bize biraz veriniz) dedikleri hâtırıma geldi, korkudan aklım kaçdı, dedi.

Yalnız ilim kâfî olup, ibâdete lüzûm olmasaydı, her gece sabâha karşı, (Düâ eden, istiyen yok mu? Vereyim. Tevbe eden yok mu? Afv edeyim) buyurulmaz idi. Birgün Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda sahâbeden Abdüllah ibni Ömeri medh etdiler. (İyi insandır, teheccüd nemâzı, [ya’nî gece nemâzı] kılsaydı, dahâ iyi olurdu) buyurdu. Yine birgün Eshâbdan birine: (Ey… Çok uyuma!.. Geceleri çok uyumak, insanı kıyâmetde muhtâc eder) buyurdu.

(Gece teheccüd kıl) âyet-i kerîmesi, emrdir. (Seher vaktleri istiğfâr eder) âyeti, şükrdür. Ya’nî Allahü teâlâ, istiğfâr edenleri medh buyuruyor. Seher vaktleri istiğfâr edenler zikr sevâbına da nâil olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Üç sesi Allahü teâlâ sever: Hurmet ile, tecvid ile Kur’ân-ı kerîm okuyanların sesini, seher vaktleri istiğfâr edenlerin sesini ve Allahü teâlâyı zikr edenlerin sesini). Süfyân-ı Sevrî “rahmetullahi aleyh” [95-161 Basra’da] diyor ki, Allahü teâlâ, seher vaktleri bir rüzgâr esdirir ki, istiğfâr ve zikr sesleri ile karışarak eser. Yine dedi ki, her gece, (Allaha ibâdet edenler yok mu, kalksınlar) diyen bir ses cihânı kaplar. Âbidler kalkıp sehere kadar ibâdet ederler. Seher vakti olunca, (İstiğfâr edenler yok mu?) denir. Bunlar kalkıp istiğfâr ederler. Fecr doğup sabâh nemâzı olunca, (Gâfillerden kalkan yok mu?) denir. Bunlar, mevtâlar mezârdan kalkar gibi kalkarlar.

Lokman Hakîm “rahmetullahi teâlâ aleyh”, oğluna şöyle nasîhat ederdi:

Oğlum, horoz senden dahâ akıllı olmasın! Hâlbuki o, her sabâh zikr ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun. Şu iki beyti burada söylemek çok güzel olur:

Gece karanlığında güvercin, dallar üzerinde,
Feryâd ile zikrediyor, ben ise uykudayım.
Bu hâl, beni utandırsın! Eğer âşık olsaydım.
Güvercinden evvel, gece ben ağlardım.

Nasîhatların hülâsası, özü,

Allahü teâlâya kulluk ve itâ’at etmenin ne demek olduğunu bildirmekdir. Tâat demek ve ibâdet demek, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmak demekdir. Ya’nî, bütün sözlerini ve hareketlerini Onun emrlerine ve nehylerine uydurmak demekdir. Ya’nî her söylediğin ve her yapdığın ve söylememen ve yapmaman, hep Onun emri ile olmakdır.

Şunu iyi bil ki, ibâdet şeklinde yapdığın işler, eğer Onun emri ile olmadı ise, ibâdet olmaz, belki günâh olur. Eğer nemâz ve oruc iseler de böyledir. Nitekim biliyorsun ki, Ramezân Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her dört günü oruc tutmak günâhdır, isyân etmekdir. Hâlbuki, oruc bir ibâdetdir. Fekat, emr ile olmadığından günâh oldu. Bunun gibi, başkasından zor ile alınan elbise içinde veyâ böyle bir yerde nemâz kılmak da günâhdır. Hâlbuki nemâz bir ibâdetdir. Fekat, emr ile olmayınca isyân oluyor. Bunlar gibi, bir kimsenin, nikâhlı âilesi olan bir kız ile her dürlü oyun ve latîfeler yapması ibâdetdir, ya’nî sevâbdır.

Bunun sevâbı hadîs-i şerîf ile bildirilmekdedir. Hâlbuki yapılan şey oyun ve eğlencedir. Fekat emr ile olduğundan sevâbdır. Görülüyor ki, ibâdet demek, yalnız nemâz kılmak, oruc tutmak değildir. İbâdet demek, islâmiyyetin emrlerine uymak demekdir. Çünki, nemâz ve oruc, islâmiyyete uygun olunca, ibâdet olurlar.

O hâlde, bütün sözlerini ve bütün hareketlerini islâmiyyete uydur! Çünki, kim olursa olsun, islâmiyyete uymıyan ilmler ve çalışmalar, doğru yoldan sapmakdır ve Allahü teâlâdan uzaklaşmağa sebeb olurlar. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” işte bunun için, eskiden kalma ilmleri ve âdetleri neshetdi, değişdirdi. O hâlde, islâmiyyetin müsâadesi olmadan ağzını açmamak lâzımdır ve iyi bil ki, senin öğrendiğin ilmlerle Allah yolunda gidilemez. Şunu da bil ki, bu yol, kendilerine sôfi, ya’nî tarîkatçi ismini vererek, tarîkat büyüklerinin yolunda olduklarını iddiâ eden câhillerin, ma’nâlarını anlamadıkları, islâmiyyete uymıyan sözleri ile de gidilemez. Bu yolda ancak, nefs ile mücâdele edenler gidebilir. Nefsin arzûlarını, şehvetlerini islâmiyyetin dışına taşırmamak lâzımdır. Lâf ile gidilmez. İslâmiyyetde yeri olmıyan sözler ve ilmler ve şehvet ile karışmış gâfil kalb, şekâvet ve felâket alâmetleridir.

Öyle şeyler soruyorsun ki, bunlardan ba’zıları ne söylemekle, ne de yazmakla anlatılamaz. Ancak oralara yetişenler, ele geçirenler bilirler. Ele geçiremiyenlerin anlamasına imkân yokdur. Çünki bunlar, tadını alınca anlaşılacak şeylerdir. Tadarak anlaşılabilecek şeyler, söylemekle ve yazmakla anlatılamaz. Tatlılık, ekşilik, acılık ve tuzluluk söz ve yazı ile anlatılmaz.

İnnîn bir adam, çoluk çocuk sâhibi birisine mücâmeat lezzetini sorarsa, ona verilecek cevâb ancak şu olur: (Bundan evvel senin innîn olduğunu biliyordum, şimdi ahmak olduğunu anladım. Bu lezzet, tadılınca anlaşılır, bilmeyenlere söylemekle ve yazmakla anlatılamaz).

Süâllerinden birkaçı böyle idi. Söylemekle ve yazmakla anlatılacak olanların cevâbları ise, (İhyâ-ül-ulûm) ve (Kimyâ-yı se’âdet) ve (Minhâc) ve diğer kitâblarımda uzun uzadıya yazılıdır. Bu kitâblarımdan oku! Bununla berâber, şimdi de kısaca yazıyorum.

Allahü teâlânın yolunda yürümek istiyen bir kimseye evvelâ ne yapmak lâzımdır? diyorsun. Evvelâ Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun, temiz bir i’tikâd ve îmân lâzımdır. Bundan sonra, tevbe-i nasûh, ya’nî dahâ işlememek üzere, günâhlara tevbe etmek, üçüncüsü, herkes ile halâllaşmak, üzerinde hiçbir mahlûkun hakkı kalmamak, dördüncüsü, Allahü teâlânın emrlerini yapacak kadar, islâmiyyeti öğrenmekdir. İslâmiyyeti bundan fazla öğrenmek, herkese vâcib değildir. Diğer ilmleri lüzûmu kadar okumalıdır. Bu lüzûm, herkesin san’atına, mesleğine, ihtisâsına göre değişir. Bunu, bir hikâye ile dahâ iyi anlayabilirsin.

Hikâye: Şiblî hazretleri “rahmetullahi aleyh” [247-334 Bağdât] diyor ki,

dörtyüz hocadan ders okudum. Bunlardan dörtbin hadîs-i şerîf öğrendim. Bütün bu hadîslerden bir dânesini seçip kendimi ona uydurdum, diğerlerini bıraktım. Çünki, kurtuluşu ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun içinde gördüm.

Seçdiğim hadîs-i şerîf şudur: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir Sahâbîye buyuruyor ki:

“Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış! Âhıret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtâc olduğun kadar itâ’at et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günâh işle!”

Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, sana lüzûmundan dahâ çok ilm lâzım değildir. Çünki, ilmi çok öğrenmek farz-ı kifâyedir. Farz-ı ayn değildir. Bu işi, başkaları yaparak senin yükünü almışlardır. Aşağıdaki hikâyeyi okursan, bunu iyi anlarsın:

Hikâye:

Hâtim-i Esam [Belhde tevellüd, 237 [m. 852] de Tirmüzde vefât etdi] Şakîk-i Belhînin [174 de vefât etdi] talebesinden idi. Birgün Şakîk-i Belhî kendisine sordu: Ne kadar zemândır buraya geliyor, beni dinliyorsun? Otuzüç sene. Bu kadar zemân içinde benden ne öğrendin, neler istifâde etdin? Sekiz şey istifâde etdim, dedi. Şakîk, bunu duyunca yazıklar olsun sana ey Hâtim! Bütün zemânımı sana harcadım, senin ise, sekiz şeyden fazla istifâden olmamış, diye çok üzüldü. Hâtim dedi ki: Ey hocam, doğrusunu istiyorsan, böyledir. Bundan fazlasını da zâten istemem. Bana bu kadar yetişir. Çünki, iyi biliyorum ki, dünyâda, âhıretde felâketlerden kurtulup se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak, bu sekiz bilgi ile olacakdır, dedi. Hocası, söyle! Bunları ben de anlıyayım! dedi.

Hâtim dedi ki: Birincisi,

insanlara bakdım, herkes, bir şeyi seçmiş gördüm ve bu sevgililerin çoğu, onlara ölüm yatağına kadar, ba’zıları öldüğü vakte kadar, ba’zıları da, mezâra girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları yalnız ve zevallı olarak bırakıp ayrılıyorlar, gördüm. Onunla berâber kimse mezâra girmiyor, derd ortağı olmuyor. Bu hâli görünce, düşündüm ve kendime dedim ki, dünyâda öyle bir dost seçmeliyim ki, mezâra benimle gelsin, bana orada arkadaşlık etsin. Aradım, taradım, Allahü teâlâya yapılan ibâdetlerden başka böyle sâdık bir sevgili bulunmadığını gördüm. Dost olarak onları seçdim ve onlara sarıldım.

Şakîk, bunu duyunca, çok güzel yapmışsın yâ Hâtim, çok doğru söylüyorsun, ikinci fâideyi de söyle, anlıyayım, dedi.

Hâtim dedi ki: Ey Hocam! İkinci fâidem:

İnsanlara bakdım, herkesi, arzûları, keyfleri peşinde koşuyor, nefsin şehvetleri arkasında yürüyor gördüm ve bir âyet-i kerîmenin şu meâl-i âlîsini düşündüm: (Allahü teâlâdan korkarak nefslerine uymıyanlar, elbette Cennete gideceklerdir). Çok düşündüm. Kur’ân-ı kerîmin başdan başa doğru olduğunu, bilgilerimle, tecribelerimle, aklımla, vicdânımla anladım ve tâm inandım. Nefsimi düşman bilerek, ona aldanmamağa karar verdim ve arzûlarını, şehvetlerini yapmadım. Nihâyet teslîm olarak, ibâdetlerden kaçan o nefsin, şimdi Allahü teâlâya itâ’ate koşduğunu, şehvetlerden vazgeçdiğini gördüm. Şakîk bunları işitince, Allah sana iyilikler versin, ne güzel yapmışsın, üçüncü fâideyi de söyle dinliyeyim, dedi.

Hâtim dedi ki, üçüncü fâidem,

herkes dünyâda bir sıkıntıya girmiş, dünyâlık toplamağa uğraşıyorlar, gördüm, sonra bir âyet-i kerîmenin şu meâl-i şerîfini düşündüm: (Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmıyacak, sizden ayrılacakdır! Ancak Allah rızâsı için yapdığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle berâber kalacakdır!) Dünyâ için topladıklarımı, Allah yolunda harcadım, fukarâya dağıtdım! Ya’nî bâki kalmaları için, Allahü teâlâya ödünç verdim! Şakîk-i Belhî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun yâ Hâtim, dördüncü fâideyi de söyle dinliyeyim, dedi.

Hâtim “rahmetullahi teâlâ aleyh” dedi ki, dördüncü fâidem, insanlara bakdım, herkesin başkalarını beğenmediğini gördüm. Buna sebeb, birbirlerine hased etmeleri olduğunu, birbirlerinin mevki’lerine, mallara ve ilmlere göz dikmeleri olduğunu anladım ve bir âyet-i kerîmenin şu meâl-i âlîsine dikkat etdim: (Dünyâdaki maddî, ma’nevî bütün rızklarını aralarında taksîm etdik.) Herkesin ilm, mal, rütbe, evlâd gibi rızklarının dünyâ yaratılmadan evvel, ezelde taksîm edildiğini, kimsenin elinde bir şey olmadığını ve çalışmağı, sebeblere yapışmağı emr etdiğinden, Ona itâ’at etmiş olmak için çalışmak lâzım geldiğini ve hased etmenin büyük zararlarından başka, zâten lüzûmsuz olduğunu anladım ve Allahü teâlânın ezelde yapdığı taksîme ve çalışınca Rabbimin gönderdiğine râzı oldum ve bütün müslimânlarla sulh üzere olup, herkesi sevdim ve sevildim. Şakîk bunları duyunca, ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylüyorsun; beşinci fâideyi de söyle dinleyeyim yâ Hâtim! dedi.

Hâtim dedi ki, beşinci fâidem:

İnsanlara bakdım, birçoklarının insanlık şerefini, kıymetini, âmir, müdîr olmakda, insanların kendilerine muhtâc olduklarını ve karşılarında eğildiklerini görmekde zannetdiklerini ve bununla iftihâr etdiklerini, öğündüklerini gördüm. Ba’zıları da, kıymet ve şeref, çok mal ve evlâd ile olur sanarak, bunlarla iftihâr ediyorlar. Bir kısmı da, insanlık şerefi, malı, parayı insanların hoşuna gidecek, herkesi eğlendirecek yerlere sarfetmekdir, sanarak, Allahü teâlânın emretdiği yerlere ve emretdiği şeklde harc edemiyorlar ve bununla öğünüyorlar gördüm ve bir âyet-i kerîmenin şu meâl-i âlîsini düşündüm: (En şerefliniz ve en kıymetliniz, Allahü teâlâdan çok korkanınızdır). İnsanların yanıldıklarını, aldandıklarını anladım ve takvâya sarıldım. Rabbimin afvına ve ihsânlarına kavuşmak için, Ondan korkarak islâmiyyetin dışına çıkmadım, harâmlardan kaçdım. Şakîk bunları işitince, ne güzel söylüyorsun, altıncı fâideni de söyle, dedi.

Hâtim dedi ki, altıncı fâidem:

İnsanlara bakdım. Birbirlerinin mallarına, mevki’lerine ve ilmlerine göz dikerek, fırka fırka, parti parti ayrılarak, birbirlerine düşmanlık etdiklerini gördüm ve bir âyet-i kerîmenin şu meâl-i âlîsini düşündüm: (Sizin düşmanınız şeytândır. Ya’nî, sizi, Allah yolundan, müslimânlıkdan ayırmak için uğraşanlardır. Bunları düşman biliniz). Kur’ân-ı kerîmin doğru söylediğini bildim ve şeytânı ve onun gibi müslimânlarla uğraşanları düşman bilip, sözlerine aldanmadım, onlara uymadım. Onların tapındıklarına tapmadım. Allahü teâlânın emrlerine itâ’at etdim. Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdiği yoldan ayrılmadım. Kurtuluş yolunun, doğru yolun, yalnız Ehl-i sünnet yolu olduğuna inandım. Nitekim, bir âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi: (Ey Âdem oğulları! Şeytâna tapmayınız, o sizin en belli düşmanınızdır, diye, sizden söz almadım mı idi, bana itâ’at, ibâdet ediniz! Kurtuluş yolu, ancak budur)dır. Onun için, müslimânları aldatmağa uğraşanları dinlemedim. Muhammed aleyhisselâmın yolunu gösteren Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından ayrılmadım deyince, Şakîk; ne güzel yapmışsın, yedinci fâideyi de söyle, dedi.

Hâtim dedi ki, yedinci fâidem:

Herkes yiyip içmek, para kazanmak için uğraşıyor. Bu yüzden harâm ve şübheli şeyleri de alıyorlar ve zillete, hakâretlere katlanıyorlar. Bir âyet-i kerîmenin şu meâl-i âlîsini düşündüm. (Allahü teâlâ tarafından rızkı gönderilmiyen yer yüzünde bir canlı yokdur.) Kur’ân-ı kerîmin elbette doğru olduğunu ve o canlılardan biri olduğumu bildim. Rızkımı göndereceğine söz verdiğine, elbette göndereceğine güvenerek Onun emretdiği gibi çalışdım deyince, Şakîk, ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylüyorsun, sekizinci fâideyi de söyle, dedi.

Hâtim dedi ki, sekizinci fâidem:

Herkesin, bir kimseye veyâ bir şeye güvendiğini gördüm. Ba’zıları altınlarına, mal ve mülküne, ba’zıları san’atına ve kazancına, ba’zıları mevki’ ve rütbelerine, ba’zıları da kendi gibi bir insana güveniyor. Bir âyet-i kerîmenin şu meâl-i âlîsini düşündüm: (Allahü teâlâ, yalnız kendisine güvenenlerin her zemân imdâdına yetişir.) Her zemân ve her işimde yalnız Allahü teâlâya güvendim. O emr etdiği için çalışdım, sebeblere yapışdım. Fekat yalnız Ondan istedim.

Şakîk, bu sözleri işitince, yâ Hâtim! Allahü teâlâ, her işinde imdâdına yetişsin! Hazret-i Mûsânın Tevrâtına, hazret-i Îsânın İncîline, hazret-i Dâvüdün Zebûruna ve hazret-i Muhammed aleyhimüssalevâtü vesselâmın Fürkânına bakdım. Bu dört kitâbın bu sekiz temel üzerinde bulunduğunu gördüm. Bunlara uyanlar, bu dört kitâba uymuş, emrlerini yapmış olurlar, dedi.

İlgili Diğer Konular

 

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün